Eğitmen: BiDersNotu
Bu "yaban" sıfatı beni önce çok kızdırdı. Fakat sonra anladım ki, Anadolulular, Anadolu köylüleri, tıpkı kadim Yunanlıların kendilerinden başkasına "barbar" lakabını vermesi gibi, her yabancıya "yaban" diyorlar.
Bir gün… Bir gün onlara ispat edebilecek miyim ki, ben bir "yaban" değilim; benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen kandır; aynı dili konuşmaktayım, aynı tarihi ve coğrafi yollardan hep birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki, aynı Allah'ın kuluyuz; aynı siyasi mukadderat [kader], aynı içtimai [toplumsal] bağlar, bizi kardeşlik, evlatlık, annelik, babalık fevkinde bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.
Lakin hangi sözler, hangi seslerle? Gündelik hayatın ufak tefek ihtiyaçlarını bile ancak ifadeye muktedir olabiliyorum [gücüm yetiyor]. Nerede kalmış ki, onlarla bu umumi [genel] bahisler üzerine konuşabileceğim.
Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk "entelektüel"i, Türk okumuşu, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip [yabancı, gurbetçi] münzevidir [toplumdan uzak kimse]. Bir münzevi mi? Hayır, bir "galat-ı hilkat" [yaratılması dahi bir hata olan şey] demeliyim. Öyle ya, bir mahluk [yaratık] tasavvur edin [zihninizde canlandırın] ki, hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir: kendi vatanı addettiği [saydığı] memleketin derinlerine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor; hissetmese bile etrafında hâsıl olan [ortaya çıkan] boşluk, soğuk ve itici hava, ona her an kendi toprağından sökülmüş bir aykırı, bir acayip nebat [bitki] olduğunu bildiriyor.
Her memleketin köylüsü ile okumuş yazmış kesimi arasında aynı derin uçurum mevcut mudur, bilmiyorum. Fakat mektep görmüş bir İstanbullu ile Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir Londralı İngiliz ile bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür. Bunu yazarken elim titriyor.
Burada ise, yalnız hakikat. Çıplak, çirkin, kaba, yalçın hakikati... Boz toprak dalgaları, alabildiğine uzanıyor. Yeknesak [tekdüze] ovayı ikiye bölen Porsuk çayı, kuvvetli bir zelzelenin [depremin] açtığı uzun, yılanvari bir yarık gibidir. Suyu görünmez. Ta yanına gittiğinizde bile o, kararmış [ülsere yakalanmış] zannedilir. Elinizi bir soksanız, günün hangi saati ve hangi mevsimi olursa olsun, bir cerahat [irin, iltihap] gibi iliktir. Ve tepeler... Ve tepeler birer urdur [tümördür]. Bütün ufku çerçeveleyen âlem, ancak bu ıstırap manzarası ile canlı görünür. Boş ve lüzumsuz feza [gök] içinde, hiçbir kuşun geçtiğini görmedim.
Allah, insanları intibaha [uyanışa] davet etmek için o büyük Tufan cezasını tertip [düzenleme, hazırlama] zahmetine katlanmamalıydı. Nuh'un ümmetini böyle bir toprak üzerinde, bu çıplak tepelerle çevrilmiş bırakmalıydı. Bazen, çayın kıyısında tek başıma otururken, etrafımdaki bitme, tükenme boşluğu beni öylesine ürkütüyor ki "İmdat! İmdat!" diye bağırmaktan kendimi güç zapt ediyorum. Ve deniz tutmuş bir adam gibi, gözlerimi kapatıp, sendeleye sendeleye köye dönüyorum.
Lakin bu köy, bir çöl ortasında bir konak kadar bile yüreğime emniyet vermiyor. Bir konak, mesafe içinde bir hareket gösterir. Bugün buradaysanız, yarın bir vahanın kenarına erişeceksinizdir, öbür gün bir büyük nehrin suları sizi karşılayacaktır. Halbuki, Orta Anadolu'da bir köy, donmuş bir konaktır. Burada, mesafe sizi yutmuştur. Siz, mesafe içinde, dehşetten donmuşsunuzdur. Hakikaten, bir eski Hitit harabesine benzeyen bu köyde, insanların toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden farkı ne?